20 Eylül 2011 Salı

Baş başa Çok “Roman”tik!

Romania-Makedonia-greece


EveryTrail - Find hiking trails in California and beyond
                       









                                        Bu yaz eşimle çok daha önceki yıllardan gitmeyi düşünüp gidemediğimiz Romanya’daydık. Bu ilkez 3 yıl önce keşfettiğimiz World Forum adlı bir sitede “which country has the best castles?” konusu altında okuduğumuz yorumlar arasında dikkatimizi çekmişti. Romanya gerçekten de kaleleri, kaleler içinde kurulmuş kiliseleri ve köyleriyle dikkat çeken bir ülkeydi. Ortaçağ çizgi filmlerinde ya da masal kitaplarında görebileceğiniz türden kalelerdi fotoğraflardakiler ve bizi gerçekten cezbetmişti. Böylece yine bir bayram tatilini, bu yaz yaptığımız önceki turun aksilikler nedeniyle rehavetini, işi gücü çoluğu çocuğu bahane edip yine kaçtık baş başa çok romantik bir Romanya turu yapmaya…
                Birlikte öğlen saat 13.30 civarı çıkıp yola koyulduk ve Ayvalık’ta aldığımız benzin dışında mola vermeden akşam vakitlerinde Edirne ye vardık. Yine çok mutluyduk ama  800 km nin verdiği yorgunluk yüzlerimizde feribota binince göründü.  
                     Edirne’ye varınca ilk işimiz öğretmenevini bulmaktı ama yer olmadığı için bizi başka bir otele yönlendirdiler.
                    Otele yerleştikten sonra giyinip dışarı çıktık. Tabii acıkmıştık ve yol üstünde bir ciğerci dikkatimizi çekiverdi. Buraya kadar gelip yememek olmaz deyip saatin 10 u geçiyor olmasını takmaksızın oturduk ve yemek yedik. Gerçekten harikaydı.

                    Yürümeye devam ettik ve asıl hedefimiz olan Selimiye camiine geldik. O gece Kadir Gecesi idi ve cami tabiki tıklım tıklım doluydu. Çok ihtişamlı ve güzeldi. Mimar Sinan boşuna "Çıraklığımı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde yaptım. Kalfalığımı da Süleymaniye Camii'nde tamamladım. Fakat bütün gücümü bu Sultan Selim Han Camii'nde sarf edip ustalığımı ayân ve beyân ettim" dememiş burası için. Ancak insanlar ibadet halindeydi ve biz çok da rahatsızlık vermemek için birkaç fotoğraf alıp çıktık. 





                          Saray Otel kendine göre kalınabilecek iyi bir otel sayılabilirdi. Üstelik sabahleyin keşfettik ki kahvaltı yaptığımız en üst kattaki restoranında çok da hoş bir Selimiye manzarası vardı.

            Amacımız erken kalkıp ertesi sabah fotoğraflamaktı ama önceki günün yorgunluğuyla erken kalkamadık bu yüzden Edirne için ayrı bir gezide zaman ayırmaya karar verdik. 


                       2. gün: Yolumuz uzundu ve hemen çıktık. Gümrükte işimiz çok sürmemişti.Bulgaristan’da yollar henüz pekiyi sayılmaz. Çok keyif aldığımız anlarda  oldu.  Kendine özgü hoş yol manzaraları da gördük.


 Bu yukarıdaki kiliseyi gördükten sonra başlayan harika virajlı yollarda ilerlerken şimdiye kadar olan bütün yorgunluğumuz gitti.

 Virajlı yolun bitiminden sonra görmeyi hedeflediğimiz yer Bulgaristan da Etar dı. Burası ülkenin etnografik bir Açıkhava müzesi. Adını Architectural ethnographic kelimelerinin ilk harflerinden almış olabileceğini düşünüyoruz. Küçük bir köy olan Gabrovo içinde küçük bir müze ama ziyaretçileri hiç de az değil. Önce bulduğumuz bir pool barda yemek yedik ve bir şeyler içtik. Hoş bir ortamdı ama aşağıyı daha çok merak ediyorduk  Eğer Bulgaristan’dan geçiyorsanız Etar görülmesi gereken hoş bir yer.

                   Etar içerisinde orijinal tarihi su değirmenleri ve Bulgar köy evleri ve eşyaları sergileniyor. Giriş 4 levo, ancak yanınızda bulundurun çünkü Euro kabul etmiyorlar.Bu sonradan fark ettik ki Romanya da böyle.


                       İçeride ayrıca çok hoş şekerlemeleri olan ve çok da rağbet gören bir dükkân var, cevizli şekerlerimizi de yedik.
El yapımı takılar da var.fotoğraflamak yasakmış son anda fark ettik:)
Romanya sınır kapısında sadece kayıt işlemlerini yaptırdık sistemde aksiliğe rağmen çok sürmedi geçiş işlemleri. Ancak geçişimiz biraz bekletti çünkü iki ülkeyi ayıran şanlı Tuna üzerinde köprüde şekil yapma çalışmaları vardı. Gerçekten de hoş bir köprü olacağını tahmin ediyoruz tamamlandığı zaman.
Tuna yı ilk kez görmek ne kadar büyük olduğuna şahit olmak gerçekten de bizi heyecanlandırmıştı, çünkü oğlumuza ismini bu nehri düşünerek vermiştik. Aslında heybeti dışında asıl anlam olarak bizi ikna etmişti bu nehir: “Kara ormandan gelen aydınlık”. Tuna’ nın anlamı buydu ve biz hiç düşünmeden bu ismi verdik oğlumuza. Onu tanıyanlar bilirler, görünce bir kez daha inandık ki insanlar isimlerinin anlamını taşıyorlar. Öyle büyük bir nehir ki neden oğlumuz böyle gürbüz  diye düşünmeyiz bir daha.

                      Uzun tır ve araba kuyruklarını motorcu olmanın dayanılmaz hafifliğiyle geçip Romanya’ya girişimizi yaptık. Otobanda bir radar atlattık ve Bükreş içinden geçtik. Başkent bize okuduklarımız kadarıyla çok cazip gelmediği ve vakit akşamüstünü bulduğu için buraya bu gezi için vakit ayırmadık belki başka bir sefere. 
Ama Aylin son anda Paris taklidi zafer anıtını kavşakta görüntülemeyi başarmış. 

Hava kararmadan Brasov a vardık. Daha önceden Booking.com dan bulmuş olduğumuz pansiyonumuza garminimiz bizi hemen götürdü. Suri pansiyon müthişti. Çok cana yakın sahipleri ve onların köpeği Mr Nelson ve çok sıcak ve samimi ve de temiz odaları var. Romanya’ya gelecekler için ilk tavsiye çok çok ucuza tertemiz pansiyonlar var,  önceden araştırarak gitmek te de fayda var. Odaya yerleştikten sonra hemen merkeze gittik. Taksiler de ucuz. 
                     Meydanda fotoğraflar çektik ve kara kilise etrafında dar sokaklarda biraz gezdik. Bunlar arasında bir tanesi Avrupa’nın en dar sokağı diye geçiyor. Hollywood tarzı Tempe dağındaki Brasov yazısı sempatik.  Eski şehir meydanında barlar ve restoranlar var. Burası eğlenceli gerçekten de. Bir İtalyan restoranına oturup makarna yemeğe karar verdik ama servis çok geç geldi. Bir tavsiye daha bunu da birkaç deneme sonrasında anladık ki makarna severler için özellikle bu sözümüz Romanya’da soslar güzel ama makarnalar pek de İtalyan tarzı değil fazla pişiriyorlar. Hava akşam biraz serin ince bir mont işinizi görür.
Burada görülmesi gereken en önemli yapı The Black Church( Kara Kilise). 1385 - 1477 yılları arasında yapılmış ve Viyana İstanbul arasında yer alan en büyük gotik kilise olarak geçiyor. 1689 daki büyük yangında duvarları kararmış ve adını buradan almış. İçinde Osmanlılarla ticaret yapan tüccarların kiliseye hediye ettiği, XVII ve XVIII. yüzyıldan kalma çok değerli halılar sergileniyormuş ama bu saatte tabiki göremiyoruz.


 
Geç saate kadar oturup sonra sevimli pansiyonumuza döndük. 

3. gün: Bugünkü planımız Brasov etrafındaki rotamızı takip edip yakınlardaki meşhur Romanya kalelerini görmek ve yine Brasov a dönmek.
             İlk hedefimiz Sinaia ya gidip Peleş şatosunu görmekti.






                  Bu şato bazıları tarafından Avrupa’nın hatta dünyanın en güzel şatosu olarak düşünülüyor diye okumuştuk ve okuduğumuz bu yoruma katılmadan edemedik çünkü gerçekten bir sanat eseri.














                                  Hem dış görünümü hem de iç mekânlar gerçekten özenle tasarlanmış. Dış cephede ahşap süslemeler ve harika duvar resimleri bulunuyor..



              İç avludaki duvar resimlerindeki adamlar sanki gerçekmiş gibiydi.

              Fakat içeride ilk kez karşılaştığımız bir uygulama vardı; içeride fotoğraf çekmek ücretli (hem de yüksek bir ücret) ve içeriyi rehber eşliğinde olmadan gezemiyorsunuz. Birkaç dilde rehberler var ve yaklaşık 10-15 kişilik gruplar halinde içeriye alınabiliyorsunuz, bu arada biraz pahalı ama bu güzelliği görünce düşünmeden ödüyorsunuz giriş 50 levo. Ama tabiki biz biraz yaramazlık yapıp birkaç görüntü almaya çalıştık


                         Saray içindeki rotanın ilk durağı kabul salonu.




                              Kabul salonunun tavanı, vitraylar çok zevkli. 



                         İç mekan hakkında yoruma gerek yok. sadece bu kadar fotoğraf çekebildik ama çooook güzeldi.
                                Şatonun içinde Alman tarzı hâkim olmakla birlikte, İtalyan, İngiliz, Fas ve Türk tarzı da kullanılmış. Örneğin bir Arap tarzı çeşme, nargile vs. bulunan oda ve bir de Türk halıları bulunan Türk odası gördük. Çok ince işçilik eserleri eşyalar da var.  Kocaman bir yemek masası ve üzerinde hala burada yaşayan birileri varmış gibi duran servisler vardı. Bu arada kral son 30 yıl öncesine kadar burada yaşıyormuş ve bu saray onun şahsi mülkü olup eşyalarının bir kısmı hala gösterilmeyen odalarda depolanıyormuş. Bu sebepten şatoda günümüzde kullanlan bir takım şeylerden de nasibini alabilmiş. Örneğin asansör, elektrikli süpüge giderleri, gelişmiş elektrik tesisatı ve projeksiyon odası yakın zamanlara kadar burada yaşandığına dair izlerdi. Kral Şu anada gözlerden uzak bir evde Arad şehrinde inzivadaymış.






Peleş in hemen 50 metre kadar ilerisinde Pelişor var ki burası da kraliçenin isteği üzerine misafirlerin konaklaması için (sanki koskoca sarayda yer yokmuş gibi) inşa edilmiş ve günümüzde müze olarak kullanılıyor. 


                                 Peleş e hayran kalarak Sinaia dan ayrılıp yola koyulduk tekrar. Sırada Rasnov vardı. Çok  güzzel virajlı yollarda geçerek  öğle vakti  karnımız aç Rasnov a vardık.




                        Çok  güzel virajlı yollarda geçerek  öğle vakti  karnımız aç Rasnov a vardık. Günlerden pazardı ve bizde hala  ron  yoktu ve kötü sürpriz yine Euro kabul etmediler. Büfeler bile satış yapmamayı tercih ediyor ya ron ya hiç! Bu arada daha kötüsü kale bu sefer tepedeydi ve maalesef araç yolu yoktu ve yürüyerek çıkmalıydık ya da çekçekle. Çekçeke verecek paramız olmadığından ve yürümeyi de göze alamadığımızdan kalenin sadece aşağıdan fotoğraflarını çekip buradan ayrıldık. Bu arada aşağı köye inince “Amanet” dedikleri döviz bozdurma ofisinde para bozdurup tekrar yola çıktık. 
                 
       Sıradaki hedefimiz buraya yakın turistik Bran kasabası ve kalesiydi. 


                   Bran'ı meşhur eden meşhur Vampir Drakula Vlad Tepes yani bizde bilinen adıyla Kazıklı Voyvoda buradaki şatoda yaşamış olması. Eğlenceli bir yer burası. Etrafta komik vampir imgeleri bulunan posterler ve hediyelik eşyalar var. Bir de vampir filmlerinin gösterimde olduğu bir sinema. Bir pizzeria ya oturduk ama pizza da yok başka bir şey de. Garson bizi anlamıyor biz de onu. Tek anladığımız çorba var. Romanya’da çorba “çiorba”. Pek de seviyorlar üstelik. Nitekim gelen çorba da kremasız duru berrak şehriyeli tavuk çorbası.




               Karnımızı doyuracak kadar bir şeyler bulduk, çok şükür demekten başka çare olmayınca kaleye doğru çıkmaya başladık.  Yine biraz tırmanma yolu sonrası kale içine vardık. Şatonun etrafı çimlendirilmiş ve minik göletler de var. 
               Dışarıdan elbette görkemli bir şato.  Ayrıca yukarıdan manzara da harika.



                        İç avluda bir Romanya kalesi klasiği su kuyusu bulunuyor. Bu özellikle kuşatma zamanlarında dışarıya çıkmak zorunda kalmadan kalenin su ihtiyacını karışılmak için yapılıyormuş. Bu kuyular da kimisi Türk olmak üzere savaş esirlerine kazdırılıyormuş. Su bulunana kadar kazabilir ve bulurlarsa özgür bırakılırlarmış









Romanya da çini de yaygın bir sanat. 





                           İçeride Drakula’nın yatak odası, giysileri, yemek odası, görüşme odası, misafir yatak odası, teraslar vs. görebiliyorsunuz. İşin aslı öyle tüyler ürpertici bir durum yok. İşin aslı öyle süslemeler sanat eserleri falanda yok. İçerisi bu haliyle çok sade görünüyor. 


































                        Gittiğimiz gun festival gibi bir etkinlikte vardı. Kaleden aşağıdaki etkinlik hazırlıkları görüntüsü.


Kale çıkışında biraz da etraftaki vampir simgeli hediyelik eşya satıcılarını gezip yola koyulduk.

                      Sırada 5 yıldızlı rotamızda yol yapmak vardı. Yolda giderken birçok Romanya köyünden geçiyorduk.


                 Etrafta minicik köy evleri, yemyeşil ağaçlar, ahşap kiliseler gerçekten çok hoş manzaralar
                           Romanya aynı zamanda ahşap kiliseleriyle meşhur.

















 Bu anneleriiiiiiiii






 Bunlarda fıstık lar.......



    Bu da yoldan geçen hakiki roman teyze










                  Daha sonrasında ise kalabalık bir ziyaretçi kitlesi olan Vidararu baraj gölüne geldik. Manzara gerçekten çok güzel ama yoldan aşağı bakınca yükseklik ürkütücüydü. Daha yukarıda tepede is alüminyum görünümlü bir heykel dikmişler, sonradan öğrendik ki adı Power Man imiş. Turistik uğrak bir noktaydı burası ve devamındaki yolu merakla beklemiştik. Burası haritada harika bir motosiklet rotası görünmüştü ama bugün için bu yoldan devam etmek felaketimiz oldu çünkü yol çukurlarla dolu bakımsız bir şekilde bir süre ilerledi. Gerçekten de yorucuydu.












                        Fakat daha sonrasında resmen ödüllendirildik çünkü asıl beklediğimiz yola ulaşmışız: Transfagarasan! Burası sanki Alplerden fırlamış bir rota. Gerçekten keyif verici.









Yolda çok bisikletçiye rastlamadık ama motorcular vardı.




                          Saat 8 civarı tekrar Brasovdaydık ama bugünkü yol bizi oldukça yormuştu. Yiyecek bir şeyler alıp odamıza döndük. Üstüne bir de TV de rastladığımız Meg Ryan filmi seyrederek  uyuyakaldık. 

                          4. gün: Ertesi eşyalarımızı toparlayıp Brasov  dan ayrıldık. Sabah yine erkenden yola çıktık. 


                     Romanya da köy girişleri klasik, yol boyunca ip gibi sıralanmış renkli evler, geniş kapıları, önünde oturup laflayan insanlar.



Roman köylerinde evler böyle minicik. Sanki yedi cüceler yaşıyormuş gibi.







                             Kale ziyaretlerimize devam. İlk olarak Viscri kilisesini ziyaret için rotamızdan biraz içeriye girerek gerçek bir roman köyüne geldik. 



                  Etrafta yoksul bakımsız ama çok tatlı çocuklar oynuyorlardı. Kadınlar ise yol kenarındaki evlerinin önünde yaptıkları el işlerini satıyorlardı. 











                          Kiliseye geldiğimizde kapı kilitliydi. Beklerken iki Alman bayan turistle tanıştık. O gece bu köyde kalmışlardı. Bize pek de güvenli görünmediğinden şaşırdık. Ama onlar hallerinden pek memnun görünüyorlardı, Yemekleri de çok beğenmişler. Daha sonra yaşlı bir bayan (bu bayan köyde kalan son 25 saksondan biriymiş) geldi ve kapıyı açtı, kilisede görevliymiş meğer. Giriş 4 lei. 

                       

                           Teyze tabiki İngilizce konuşmuyordu bu yüzden anlaşamadık( ama Almancası çok iyi). Bizim Alman arkadaşlarla beraber kaleyi gezdik. Aslında kale demek te yanlış burası surlarla çevrili bir 13 yy kilisesi. Transilvanyadaki en eski ama en iyi korumuş olduğu düşünülen bir kilise. 


                                   Yukarıya çıkan korku filminden fırlamış basamaklar













                       Burası biraz bakımsız kalmış olsa da içerideki sakson müzesi çok hoştu. Ortaçağdan kalma çeyiz sandığı, yatak, giysiler, tarım aletleri, makas vs. gibi başka birtakım aletler sergileniyordu















Romanya da çömlekçilik ve çini öne çıkan sanatlar





















Kısa bir süre sonra buradan ayrıldık. Yol üstünde yine UNESCO dünya mirası Saschiz kilisesine uğradık ama kapalıydı. Burası yalnızca bir kilise olarak değil aynı zamanda ahşap boyama ve marangozluk sanat merkezi olarak da meşhurdur. Bunun yanında Romanya’da çini burada meşhur olmuş.


                    Görmeyi sabırsızlıkla beklediğimiz hatta planlarımız değişmeseydi kalmayı düşündüğümüz Segeşvar a (SIGHISOARA) geldik.




                  Yeni şehre hiç uğramadan direk eski şehre eski saat kulesi girişinden girdik. 

                  Bu şehir ortaçağ evlerini çok iyi yansıtan ve aynı zamanda Drakula’nın doğduğu evin de yer aldığı bir roman kasaba. Romanya’daki en turistik yerlerden bir tanesi. 







                 Çift kadranlı saatin bir tarafında gece ve gündüzü sembolize eden melekler diğerinde ise haftanın günlerini sembolize eden pagan tanrılar var. Buraya park etmek pek de güvenli gelmeyince motoru da eski şehir meydanına park ettik. 










                 Meydanda birkaç çınar ağacı ve hediyelik eşya satıcısı var. Etrafında ise yine kafeler ve dükkânlar ve şu anda restoran olarak kullanılan Drakula’mızın doğduğu ev.. Evi dikkat çekici bir sarıya boyamışlar ama pek de bir özelliği yok.  Restore etmişler ama pek aslına sadık kalamamış gibiler çünkü etraftaki diğer evler çok daha güzel.







                                 Bu eve geyikli ev deniyormuş







Meydanda bir kafeye oturduk ve Romanya’nın şu meşhur Ursus birasını içmeye karar verdik. Çok güzeldi gerçekten. Dinlenip soluk almak iyi geldi.



                              Kiliseye varmak için merdivenlerden yukarıya birkaç yüz basamak çıkıyorsunuz. Bu merdiven üstü ve yanları kapalı yapılmış amaç ise yukarıdaki okula giden çocukları ve kiliseye giden insanları kışın zorlu koşullarında korumak için.










                            Yukarı vardığımızda bir okul binası ve kiliseyle karşılaşıyoruz.



                            Kilisede yine fotoğraf çekmek yasak çünkü içeride duvarlarda İncil sahneleri resmedilmiş. İçeride kimse yoktu biz de birkaç fotoğraf aldık.

                                          Merdivenlere çıkartmamızı yapıştırdık
                              Aşağı indiğimizde Pivnita lui Teo - Teo's Cellar  a  uğradık. Yerel içkilerin bulunduğu bir mekân ve tatmak isterseniz ücretsiz test etme olanağınız olduğunu okumuştuk. İçeride fotoğraf yine yasak. Bir likör ve yerel şarap tattık. Fena değildi ama çok da beğenmedik. Maalesef  Teo nun kendiyle görüşemedik, görevliyle görüştük. Mekânda isterseniz kalabiliyorsunuz kiralık oda da mevcut.







                       Yine bir roman kasabasına geliyoruz. Bir sonraki durağımız Biertan kilisesi. Burası da UNESCO dünya mirası listesinde ama hiç de iyi korunamamış.  Bu kilise 15yy gotik tarzda yapılmış. Kiliseye çıkış yine üstü kapalı merdivenlerden. Kilise, kule ve müze surlarla çevrili.


                                Kilise içinde çok dikkat çekici bir şey yok. 













                    
                Müze olarak kullanılan ek binanın hikâyesi ilginç.  Boşanmak isteyen çiftler eskiden buraya hapsedilirmiş ve sadece 1 çatal bıçak takımı, tabak ve yatak verilirmiş. 2 hafta hapisten sonra karar vermeleri beklenirmiş. Güzel olan şeyse 400 yıl boyunca odadan sadece 1 çift boşanmak isteyerek buradan çıkmış. Hapishane denen bu ek binada tüm bu hikâye canlandırılmış.







                                        Kule içinde ise din adamlarının mezar taşları var.


                                   Burada çimlerde kısa bir mola ve yola devam…




Bu akşam Sibiu da kalacağız ve saat henüz 5-6 civarı. Yine bulduğumuz bir pansiyona yerleştik. Burası Romanya daki Alman kesimin yoğun yaşadığı bir kasaba.  Akşamüzeri eski şehre gittik. Sibiu 2007 deLüksemburg ile birlikte Avrupa Kültür Başkenti olmuş. Bu yüzden yoğun bir yenileme geçirmiş ve çok da güzel olmuş.





                           Şehre The Bridge of Lies (yalanlar köprüsü) tarafından girdik. Bu köprü şehrin simgesi. Romanya’daki ilk dövme demir köprüymüş burası. Sevgililerin buluşma yeri olduğu için bu adı almış.



İlk olarak Huet meydanında(Piata Huet) Evangelist kilisenin kulesine çıktık. Buraya yine çok basamak tırmanarak çıkıyorsunuz ama manzara dehşet güzel.










Bu şehirde 39 tane kule varmış, kuleler şehri denirmiş


















O kadar yüksek ki, resimde insanları bulabilir misiniz?

Yakında merdivenli kuleden aşağı inebilir ya da devam edebilirsiniz ki biz acıkmıştık aşağı inmek yerine devam ettik ve büyük meydana(Piata Mare) gittik.  Burada çoğu gotik tarzda binalar, restoranlar kafeler var. Birinde yemek yedik ve akşamı burada geçirdik. Daha sonra şehri yürüyerek gezdik.




Binalar arası geçişler için ufacık tüneller var bazı yerlerde










               Sibiu gerçekten tarihin korunması açısından övgüyü hak eden çok da romantik bir şehir. 






5. gün: Bugün Romanya dan ayrılıyoruz. Hava biraz sisli puslu nehir boyu yol almaya başlıyoruz. Yolda kahvaltımızı yine OMV petrolde yapmaya karar verdik .(OMV petrollerin konseptini çok beğendik.İstasyonun bir bölümü kafe olarak düzenlenmiş çok güzel sandviç ve börekleri vardı) Çünkü bu seferki yeri nehir kenarında çok hoş bir manzarada. Ayrıca bugün özel bir gün çünkü bayram. Keyifli bir mola verip ailelerimizi aradıktan sonra tekrar yola çıktık. Bugünkü hedefimiz Makedonya ya geçip Üsküp e 2. Ziyaretimizi gerçekleştirmek.




İlk durağımız çömlekleriyle meşhur diye okuduğumuz Horezu manastırı var. Burası Romanya kilise mimarisi ve resimlerini en güzel yansıtan kiliseymiş.




































   İçeride rahibeler var ve çok bakımlı bir yer. Yine surlarla çevrili, bahçesinde güller var. UNESCO dünya mirası listesinde yer alan kilise  "Brancoveanu art" yani gerçek Roman sanatının en güzel örneklerinden. Bu akım adını o dönemde savaşa değil sanat ve kültüre değer veren hükümdarından almış. Yunan ressam Constantinos duvar ve ikon boyama sanatını burada başlatmış ve bundan sonra Romanya resimli manastırlarıyla ünlü olmuş. Bu kiliseye bayıldık.





 İçeride din görevlileri var ve sanıyoruz onlar için tahsis edilmiş odalar da bulunuyordur. bu da muhtemelen yemek odası. Kapı işçiliği muhteşem.












Çömlekçiler burada yoğun



                  Rotamız üzerinde sırada Womens Cave (kadınlar mağarası) var.  Bu mağara Türk istilalarından kadınların ve çocukların saklandığı yer olarak kullanılırmış. Yaklaşık 7 km uzunluğundaymış bu mağara.Gezilen parkur çok daha az tabiki.




                       İçeride mağara ayısı kemikleri ve bir kadına ait kafatası sergileniyor

Yer yer tavan çok alçalıyor ve eğilerek geçek zorunda kalıyorsunuz. İçeride nem çok yüksek. 






Mağara biraz hayal kırıklığıydı bizim için. Ama asıl trajikomik son mağara çıkışıydı. Yürüdüğünüz yol kadarını tekrar aracınızı park ettiğiniz yere asfalt anayoldan yürüyerek geri dönüyorsunuz.  Yani mağara içi geri dönüşlü bir parkur değil. E biraz güldük tabi halimize.





                                            Kaskları ve kıyafetleri kitlemiştik allahtan da içimiz rahattı.










                         Mağara sonrasında yola devam ettik ve Romanya Sırbistan sınırına geldik. Tuna nın ayırdığı iki ülke arası geçiş koca bir köprüyle sağlanıyor. Vize gerektirmediği için geçişimiz oldukça hızlıydı. Sadece pasaport kontrolüyle geçtik.  Sırbistan da yollar çok iyi değil.


                              Akşamüstü Makedonya sınırına vardık. Daha önceki gelişimizde yollarda olmayan turistik tanıtım tabelaları koymuşlar. Etrafta Müslüman köyler camiler vardı. Biraz otoban biraz normal yol derken güneş batmak üzereyken Üsküp e vardık.

                              Üsküp te otel bulmak gerçekten bir sorun. Oteller çok az sayıda ve durumlarına göre pahalı.İşin gerçeği  Üsküp' te kalmayı planlamadığımızdan otel için araştırma yapmamıştık Üstelik garminde de detaylı harita yoktu. Sağolsun Nokia map ile işi çözdük . Bristol Otel hemen şehir meydanına yakın ve fiyatı diğerlerinden daha ucuz. Şartları kötü olmadığından burada kalmaya karar verdik. (50 euro)

                            Daha önceki gelişimizde inşaat halinde olan meydan tamamlanmak üzere. Şehirde ciddi bir yenileme çalışması var. Çok da güzel mermer heykeller dikilmiş.





                               Meydanı eski çarşıyla bağlayan Taş Köprü (Kamen Most)” yenilenmiş. Birkaç yıl içinde Üsküp gerçekten çok güzel bir şehir haline geleceğe benziyor, bunun için yoğun bir çalışma var.




                                 Üsküp aynı zamanda Yahya Kemal Beyatlı’nın doğduğu şehir ve meydanda onun adını taşıyan bir okul var.


                                    Bir şeyler yiyip bir bara oturduk ve geç saate kadar eğlendik. Geç de başlasak güzel bir Üsküp gecesi geçirdik.
 





6. gün: Sabah uyanıp kahvaltıdan sonra çıktık. Yukarıdaki resim Rahibe teresa anısına yapılan kilise. Aşağıdaki resim is tüyler ürpertici, istasyondaki saat 1963 depreminde saat 5.17 de durmuş ve hala aynı saati gösteriyor.





           Tam ortada kocaman bir Büyük İskender heykeli var.  Ancak bu henüz tamamlanamamış.







                             Sonra eski çarşı tarafını gezmeye karar verdik. Erken saatte gittiğimizden dükkânlar yeni yeni açılıyordu, eğlence yerleri ise kapalıydı. Sokaklar temiz değildi. İnşallah gezdiğimiz saatlerle ilgilidir ama şehrin bu tarafı-ve maalesef Türklerin sık bulunduğu kesim- hiç iç açıcı değildi,Sabah saatlaerinde bakımsız ve kirli.



                                                             Köprünün altındaki heykellerden biri
















Bugün Ohri e gidip orada kalmayı planlıyoruz. Burası Makedonya’nın denizi gibi. OHRİD, UNESCO tarafından “dünya kenti” ilan edilmiş. Arnavut kaldırımlı yollar, eski ahşap evler, çok güzel bir göl... . Dünyanın en eski göllerinden biridir. Göl aynı zamanda, 294 metre derinliği ile  Balkanların en derin gölüdür.

            Biz aramadan sokaklarda motorla bakınırken bir bayan bizi buldu ve apartına götürdü. Beğendik ve kalmaya karar verdik. Çok da ucuz. Yerleşip dışarı gezmeye çıktık. Öğlen vakti olunca karnımız acıkmıştı. Bir şeyler yedik ve yukarıya meşhur evleri görmeye çıktık.

                      
Meydandan limana bağlanan sokaklardan  “Makedonski Prosvetiteli” şehrin en önemli yürüyüş ve alışveriş sokağı. Sokağın iki tarafında yer alan iki katlı eski binaların alt katlarında çoğunlukla hediyelik eşya ve yöreye özgü inci satan dükkânlar, cafe, restaurant lar var. Yolun diğer tarafı ise pazaryerine çınar ağaçlı meydanla bağlanıyor.


                    Evler güzeldi ama çok da Safranbolu evleri ne benzediği söylenemez.  Fakat manzara yukarıdan çok güzel






                            Tepede arkeolojik çalışmalar sürüyor.  Bir kale ve kilise var. Kilise burada sevdiğine kavuşamayıp intihar eden bir kız anısına yapılmış.Antik üniversite varmış bir zamanlar














                          



Mother of God Peribleptos kilisesi ve ikon sanatı müzesi( buraya pek çalışmamışız müzeyi kaçırdık:(    )


Zengin Robev Ailesine ait evmiş burası da ama müze olarak kullanılıyormuş



                                                       Ohrid'li Aziz Klement Heykeli
Limanın sol tarafında yani bu heykelin sol tarafı  kıyı boyunca  uzanan “Kej Marsal Tito” keyifli bir yürüyüş yolu. Sürekli kalabalık olan bu yol  özellikle akşamüzeri gün batımında çok güzel  göl manzarasına sahiptir. Butik oteller, villalar ve plajların yer aldığı bu bölgede   vaktiniz yeterli ise Ohrid Nehri’nin mavi, temiz sularında yüzebilirsiniz. Bu yola yakın mesafede  Marshall Tito’nun yazlık evi bulunmaktaymış.

                                                                   Tarihi Çınar Meydanı



                                              Pazar yerinde minicik alışveriş molası verdik.




                      Aşağı inince şu tavsiye edilen Dalga Restoranı bulmaya karar verdik.(Biz tavsiye etmiyoruz ama) Bakınırken bir adam bize yardımcı olup restoranın yerini gösterdi. Rezervasyonumuzu yaptırdık. Adam rehbermiş ve tekne turları da yaptırıyor. Anlaştık ve akşamüzeri önce tekne turuna oradan da dalga restorana gitmeyi planladık. 



Hava gerçekten çok rüzgârlıydı ve çok sallantılı bir gezi oldu. 



Dalga restoran pembe masalı yer
                    Önce limanın sağ tarafında balıkçılar köyü tarafına gittik. Burası karşıdan göründüğü kadarıyla sadece birkaç evden oluşuyordu. Yanında plaj var ki buraya yürüyerek limandan gidilebiliyor, akşamüstü olunca milletin akın ettiği yer.






Kiliseye kadar gidip oradan dönerek limanın soluna “şelalelere” gittik.  





















                Akarsuyun nehre ulaştığı sazlıklı yol (marina aynı zamanda) gerçekten batan güneşle güzel bir manzaraydı. Hayal kırıklığı ortada şelale falan yok. Burada park içinde güzel bir restoran var, bir de alabalık üretim tesisi.









Meşhur Ohri alabalığı











Veeeeeeeee şelaleler!




                     Adamın anlattığına göre burası bir araştırma enstitüsü.  Boy boy alabalıklar görebiliyorsunuz. Adam projenin içindeymiş ve biz ona alabalıklarınızla ilgili verdiğiniz bilgiler için teşekkürler ama şimdi biran önce dalga restorana gidip onlardan yememiz gerekiyor, rezervasyonumuz vardı da 7 buçukta dedik. Adam içinden bize neler saydırmıştır bilemiyoruz, ama dışından lütfen yemeyin soyları tükeniyor demekle kaldı.










Martılar çok güzeller



ve kuğular




                                                                       ve mekeler:)








                                                          veeeeeeeeeee Dalga Restoran


                        Dalga restoran gerçekten güzel bir yer. Göle sıfır, Ohrid'e göre fiyatları ve servisi açısından lüks bir restoran denebilir.  Birçok Türk müşteri geldi o akşam. Gelen yemeklerimiz iyi değildi ama içtiğimiz Makedonya şarabı şahaneydi. Akşam Makedonya şarkıları çalan canlı müzik grubu da çıkınca çoook keyifli oldu gecemiz.


Gelişimiz onuruna havai fişekler patladı



                                                           ve milli oyunlar oynandı...



                    Bu da meşhur Ohrid incisi, dükkanlarda ve seyyar satıcılarda bulunabiliyor.


7. gün: sabah kalkınca kahvaltıyı şöööyle keyifli bir yerde yapalım, biraz yüzelim diyorduk ama hava bulutluydu ve her yer kapalıydı bu yüzden ikisi de hayal oldu. Gidip bir pastaneden börek alıp apartımızda çay demleyip kahvaltımızı yaptık ve yola çıktık. Bugün hedefimiz Thassos a varmak ve 2 gün orada tatil yapmak.
Otobandan yol hızlı aktı, hava sıcak olunca yol çekilmiyor pek tabi. Keromoti ye vardığımızda feribot yeni gelmişti hemen biletimiz alıp bindik.her 45 dakikada feribot bulunabiliyor.








                                               Türkiye'den Harley grupda oradaydı



Burada 2 gece kalacağımızdan gerçekten güzel bir yer bulmak istedik. Merkeze hiç bakmadan doğru koylara ilerledik. Sorduklarımız hep doluydu ama sonunda istediğimiz gibi bir oda bulduk. Burası Agorastos Hotel, Kinira koyunda, restoranı daha doğrusu tavernası olan, denize bakan hem de biraz yüksekte, harika bir yer. Fiyat 1 Eylül tarifesiyle 2 kişi oda 30 Euro, akşam yemeği dahil 70 Euro. Daha ucuza bir yer bulmak ya da yemek yemek mümkündü ama burayı burayı çok beğendik ve seçtik.



Odamızdan manzara






2 gün rüya gibi geçti, tertemiz denizde yüzdük, güneşlendik, motorla etrafta gezdik, yedik, içtik. Klasik yunan adası Thassos, burada mermer çıkarılıyor. Tarihi kalıntıları gezmedik, istediğimiz sadece uzo, kalamar, frapeyle yunan tadında tatildi. İleriki yıllarda inşallah oğlumuzla geliriz diye hayaller kurduk.




                                    2 akşam doya doya Yunan yemekleri yedik, ouzo içtik.










Duramadık motoru da yıkadık. diğeri otel sahibinin motoru.


Frappe yi Limenaria da içtik. burası adanın ikinci büyük yerleşimiyiş. çok daha eğlenceli ve sıcak bir havası var. kalmak isteyenlere burayı tavsiye ederdim.

















2. gün ortaya çıkan gökkuşağı çok hoştu.







Dönerken martıları izledik




Gezimizin son günü cumartesi Ayvalık ta kalmayı planlıyorduk ama Tuna aşkı bizi daha fazla buralarda tutamadı. Thassos tan bastık gaza geldik Ortacaya.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder